9 Ocak 2011 Pazar

CENNETTEN BİR HİKÂYE

…romantizm yalnızca Shakspeare  oyunlarında  olur.
                                                                                
                                                           Not:   Bir erkek.


Dünya yaratılalı tam altı gün olmuştu. Mesaiye eğer hafta başında, yani pazartesi günü başlanmış olsaydı, bu  “malum” gün muhtemelen cumartesiye denk gelmiş olurdu. (evet, her orta zekâlının yapabileceği türde, basit bir hesaplama bu.)  Öyleyse   , “gün içinde sıcak olacağı düşünülen serin bir cumartesi sabahında, güneş doğmaya henüz başlamışken …” diye devam edelim mi? –Edelim.

… Güneş doğmaya henüz başlamışken, çıplak iki ayak, cennet bahçesinin kakao tozunu andıran yumuşak toprak tabakasının üstündeki yaprakları, bir yandan sağa sola iteklerken, diğer yandan da kendisine patikadan bir yol çizerek ağır ağır ilerliyordu. ( her öykünün girizgâhında böyle betimlemelere çokça yer verilir. Benimkinin çok başarılı olduğu görülmese de şimdilik idare ediver okuyucu .)

Cennetteki ağaçlardan yapraklarını döken tek ağaç, Simino ağacıydı. Her biri birbirinden ayrı lezzette ve hoş kokan cennet şerbetleriyle ıslanmış Simino yaprakları yüzünden ayağı kaydı ve çıplak vücudu yere kapaklandı. Birden aklından, ne olduğunu bilmediği ve isimlendiremediği bir şey geçti. Bu şey, ne göz açıp kapayıncaya kadar uzun, ne de bir “ an” kadar kısa sürdü. ( Bu garip hissi ileride daha mühim bir olayda tekrar yaşayacak ve o zaman bu his, ne yazık ki bu kadar kısa ömürlü olmayan, uzun bir kortej şeklinde olacaktı. Adı: öfke.)




Genç ve diri vücudu dengesini yeniden bulup ayağa kalktığında, sabahın bu saatinde neden yola çıktığını hatırladı ve hızlı, fakat daha dikkatli adımlarla randevusuna yetişme telaşına kapıldı.

“ Ah Havva !.. Ne vardı sanki böyle garip sürprizler peşinde koşmasaydın “ diye iç geçirdi. Sürpriz delisi kadın, daha önce de “ sana kendi ellerimle şerbet yaptım “ diyerek, Meliti şerbeti ile Nihil şerbetini birbirine karıştırıp, kendisine ve Âdem’e içirmiş, ikisi de zil zurna sarhoş olmuşlardı. Bundan daha da kötüsü, Cennetin bekçi karıncalarından tut, iki kuyruklu midillilerine kadar tüm cennet ahalisine rezil olmuşlardı.

 Cennette eşi benzeri olmayan  “tek cins”  iki yaratık olmanın getirmiş olduğu saygınlığı, iki sümüklü karıncanın gözünde kaybettikten sonra yeniden kazanmak, inanın çok kolay olmadı. (uzun cümleler kurmayı seviyorum, araya bi’kaç virgül serpiştirerek sorunu çözersin …)

Oysaki tüm cennetin , “ iblis” te dâhil olmak üzere bu olağanüstü (!)  iki yaratığı her gördüğünde saygıdan ötürü yere yüzükoyun kapanmaları emredilmemiş miydi?-  Şaşırtıcı değil mi?

Tüm bu şerbet kokan düşünceler içini baymaya başlamışken Âdem, tam da Havva’nın kendisini beklemesini istediği yere geldi. Kadın milletinin yapmaktan asla vazgeçmediği binlerce şeyden yalnızca biri olan; buluşmaya her defasında geç kalarak, söz verdikleri saatten en az yarım saat sonra gelip, erkeğini sinirden orta yerinden çatlatmak, ilk, Havva’nın icadı olsa gerek.

Âdem, kalın gövdesinden çıkan dalları yer ile birleşen, daha doğrusunu söylemek gerekirse, dalların çıkış noktasının ağacın gövdesi mi yoksa toprak mı olduğu anlaşılmayan, sanki bir “ kafes” i andıran ağacın önünde sabırla beklemeye başladı. Genç adam cennet ayazında kalıp üşütmekten korkuyordu.



Ulu tanrım, buraya gelmemeleri için ikisini de öyle çok ikaz etmişti ki… Âdem’ e kalsa bu ağacın değil önünde durmak, bunu yapacak olmanın düşüncesini bile aklından geçirmeye korkardı.

 “Ah Havva ah !..” sonu gelmeyen, sitem dolu bu cümleyi kim bilir kaçıncı kez kurmuştu.

“Yediği önünde yemediği arkasında olan hanımefendinin eli sıcak sudan soğuk suya, hatta ve hatta suya bile girmezken, bizi zorla cennetten kovduracak bu kadın !”

Hem soğuktan hem de korkudan, anadan doğma bir şekilde tir tir titrerken, bir yandan da iç sesini susturmaya çalışıyordu. ( o, iç sesini susturadursun, birazdan başına geleceklerini tanrı bilir ya neyse…)

O sırada iki soğuk el, Âdem’in cennete açılan iki penceresini birden kapatıp, fingirdek bir iç gıcıklayıcı ses tonuyla “ hop! bil bakalım ben kimim !!!”  diye kulağının dibinde kikirdedi.

Dünya yaratıldı yaratılalı böyle saçma bir soru duyulmamıştı. İkisinden başka insanı olmayan bu cennet bahçesinde, Âdem ‘in bu soruya tahammül göstereceğini kim bekler ki…( Evet, soğuktan dili bile donmuş olan erkeğin, bu soruya cevap vermeyip, kadınının saçından kavradığı gibi onu bahçenin en ücra köşesine fırlatmayı bekliyorsanız da havanızı alırsınız. Âdem’in bu sadistçe davranışı yapmasına engel olan yegâne duygu “aşk”, işte yine karşımıza çıktı. Pembe dizi kıvamında başlayan bu cennet gününün sonunda acaba yine aşk mı galip gelecek, okuyup görelim…)



“Çok beklettim biliyorum tatlım, ama inan yolda melekler lafa tuttu, o yüzden geciktim”

Hatasını bilen kadın, her zamanki maharetiyle, bahanesini daha yolda gelirken hazırlamış,  aşk ve şehvet kokan gözlerle erkeğine, ondan af dilercesine bakmıştı.( Yukarıdaki tırnak içinde korunmaya alınmış cümle , “genetik” denilen, tanrı işi mucizevî bir sistem ile sonraki Havvaların DNA’ larına eksiksiz kodlanacak ve tüm dünya kadınları tarafından kullanılan  “evrensel bir yalan” şeklini alacaktır.)

“Evet, çok beklettin.” “ Neden burada bulunduğumuz konusunda halen bir açıklama yapmıyorsun Havva ?”

Erkek, her zamanki gibi romantizmin önünden bile geçmediği aklı ile sorusunu yöneltti. Kadın ise hiç te oralı olmayan tavrıyla etrafı kimse var mı diye kolaçan etmekle meşguldü.

Oysaki Tanrı korkusu Âdem’de romantizm mi bırakır? O ağacın meyvesinden yerseniz cennetteki tüm imkânlardan sınırsız yararlanma hakkınızı elinizden alırım diyen Tanrı değil miydi? Sadece ellerinden alsa belki iyi, başına gelmesinden korktuğu şey ise bu mis gibi şerbet kokan, her tarafı pembenin en güzel tonuyla aydınlatılmış cennetten, soğuk mu sıcak mı, büyük mü küçük mü, güzel mi çirkin mi, yumuşak mı sert mi olduğu belli olmayan yeryüzüne indirilmekti.

Son zamanlarda cennet sakinlerinin de maskarası olduklarından belki de bu kötü son çok yakındır diye düşündü. Yavaş yavaş kulağının dibinde çalmaya başlayan, amma velâkin Havva ‘ nın duymadığı ( belki de duymayı tercih etmediği) tehlike çanlarından huzursuz olmuştu.






“Kalbimin ne kadar hızlı attığını duyabilmeni isterdim Âdem”, “ Bütün gece bu sürpriz için hazırlandım biliyor musun? ” 

Her kelimesini, insanı delirtecek derecede iyimser bir şekilde ve mutluluktan her an ağlayacakmış gibi titrek çıkan ses tonuyla söylüyordu.

Ah bu cennet havası insanı fena çarpıyor olmalı. İki çırılçıplak insan  –ki en kötüsü bunun farkında değiller, çünkü çıplaklık olgusu henüz oluşmamıştı- daha ne kadar süre, bu kadar mutlu ve iyimser; bu rezil hallerinden bihaber olmaya devam edebilirdi ki?

Âdem, kafasında türlü felaket senaryoları döktürürken, Havva’ nın önceki gece yediği haltlara bir göz atalım:

Havva, önceki gün Âdem ile cennetin en serin nehrinde yüzdükten sonra, (fesatlık yapma okuyucu, sadece yüzdüler. Çünkü o zamanlar seks olgusu da henüz oluşmamıştı .)hoplaya zıplaya cennet bahçelerinden birisine uyumaya giderken karşısına , -buraya kadar herkesin tahmin ettiği ve tüm kutsal kitaplarda alenen haykırılan- “iblis” çıktı. Havva ‘ya göre bu sadece bir rastlantıydı. İblis ise her zamanki hinliği ile durumu planlamış, Havva ‘nın geçeceğini düşündüğü tüm cennet yollarının bekçilerini rüşvet karşılığı oradan uzaklaştırmıştı.




Cennetteki tüm bu illegal olayların artması, iblisin cennet âlemini var olan düzene karşı kışkırtmasından kaynaklanıyordu. Kendisi – ki bundan hep gurur duyardı- ateşten yaratılmış bir melekken, Tanrı  “yarattığım canlılar içinde en üstün varlık insandır, cennetteki tüm melekler, cennet hayvanları, yer, gök; yıldızlar, ay ve güneş bu iki göz nuruma secde edecek” diyerek iblisin bu iki insana karşı kin duymasına sebep olmuştu. Yukarıda tüm saydıklarım, bu iki toprak mahsulüne secde ederken, iblis düzene ilk kez başkaldırmış, secde etmemiştir. Belki de tarihteki ilk anarşik hareketi , vaka-yi iblis ‘tir .(tarihte yaşanan bütün “ilk” ler o gün mü yaşanmış yahu deme,hepsi olmasa bile bir kısmının yaşanmış olması  pek tabii mümkündür.)

Tanrının bu başkaldırı karşısında onu cennetten kovması ise, iblisin ateşini iyice körüklemiş, bu iki insanın da kendisiyle aynı kaderi paylaşması için elinden geleni yapacağına o gün yemin etmişti.

Ondan sonraki günlerde cennete gizli gizli sızan iblis hain çalışmalarına başlamış ve ilk iş olarak, sinsi kancasını Havva ‘ya takmıştı.

O gün, Havva uyumak için cennetin 3.bahçesinin çimenlerine attı kendini. Yaratıldığından beri hiçbir iş yapmamış olmanın yorgunluğu ile uykuya daldı…



İblisti o, ateşten yaratılmıştı. Kızdı mı, sanki ateşine kürek kürek odun atılmış gibi alevi büyüdükçe büyürdü. Nefretiyle birlikte…





Usulca yaklaştı yerde yatan kadına. Bir an, bu kadar beyaz olduğu için ondan daha da nefret ettiğini düşündü. Tanrının tüm evreni yarattıktan sonra, en son bu yaratığı yaratmasının sebebini hep merak etmişti. Onu kendisinden üstün kılan şey neydi? Pembe poposuna kadar uzanan ipekten daha ipek saçları mıydı? Âdem’e aşk ile bakan, içinde cennet şelalelerini görebileceğiniz gözleri mi? Yoksa cennetin tüm bahçelerini köşe bucak dolaşmış, şerbetten ıslanmış küçük ayak parmakları mı? (kadın milletini şımartmaya gelmez, o yüzden bu baldan tatlı betimlemelere şimdilik burada son veriyorum.)


“Sen cennetten kovulmamış mıydın?”  iblisin yaydığı öfkenin sıcaklığı yüzünden uyanan kadın, onu karşısında görünce şaşırdı.

Saf Havva… Kandırılmaya müsait, kötülüğün henüz ayak basmadığı, en az teni kadar süt beyaz öyle bir aklı vardı ki. Ah tabula rasa!



Devamı gelecek…



23 Ağustos 2010 Pazartesi

Renkler Komedyası














Önce yeşile boyadım, maviye sırtımı döndüm
Denedim , hem yeryüzü hem gökyüzü yeşil olsaydı
Güzel de oldu
Yeşilden şarap olsaydı kırmızı kıskanırdı onu
Onun kadar sarhoş etmedi çünkü hiçbiri beni
Hep yeşil olsaydı belki bitmezdi bu kadar çabuk
Ayılmazdık hiçbirimiz yeşilden...
Yeşil yeşil severdik birbirimizi
Utandığımızda al al olmazdı yanaklarımız
Yeşillenirdik hepimiz
Ama kırmızı kıskansın diye bunlar hep
Durdu bir kenarda bakıyor şimdi
Mavi de yetişti kenardan
Zıpladı yeşilin üstüne oyunbozan çocuk gibi
Oyunun adı altta kalanın canı çıksın
Çıksın!
Hey gidi kapladı yeşilin yarısını, kocakarı gibi
Şimdide kocakarı oldu bak
Masmavi bir kocakarı hem de
Hayır masmavi bir çöl
Evet susuzluktan hayatın kuruduğu
Rüzgarında dudakların çatladığı, kupkuru mavi çöl
Maviye yakışmaz mı tüm bunlar?
Yakışır!
Bütün susuzluklar,bütün ayıplar,bütün hayatsızlık onun olsun
Kimim ben ,sarı...
Yeşil benim olmalı
Üstünü, altından bir çarşaf gibi örtüp kaybetmeliyim onu içimde
Bende maviyi aramamalı , yetmeliyim tek başıma ona
Mavi,yeşil,sarı aşkına!
Girdiler mi hepsi birbirine?
Martılar, bulutlar,rüzgarlar yetişti de güçleri yetmedi hiçbirinin...
Kelebekler,uçuç böcekleri,hanımeli çiçekleri ,gelincikler ve de diğerleri...
Hiçbiri böyle aşk böyle cümbüş görmedi
Her biri güçlüydü bir diğerinden
Panayır ışıkları gibi aydınlattılar etrafı
Bir baktın mavi
Bir baktın yeşil
Bir baktın sarı...
Tanıdık birkaç rol toprak,gök ve yeşil aslında
Orta hallice bir piyesten daha kalabalıktı belki oyuncular
Yazanın elinin bereketi bu
Ama dur, bir ıslaklık aldı götürdü her yeri
Sel gibi aktı, geçti birbirine tüm renkler
Mavi leylaklar,mor gelincikler, sarı martılar oldu şimdi...
Roller değişti bu kez ,
Gök ana oldum ben



Hem de o mavi kocakarı
O kadar ağırım ki
Yeryüzüne indim, bulut oldum, yağıyorum hepsine
Dişilik akıyorum toprağa
Renk renk çocuklarım ve onların bağırışları
Korkularım oldu onların korkuları
Kaçamazsın artık, ağlayışlarım, ağlayışları...
Çöl değilim, hayatım ben derken...
Gözümün tuzlu şerbetini tadarken uykumda
Hepsi rüyaymış meğer
Yaşanmamış günlerin yorgunluğuydu belki
Renkli ...

14 Ağustos 2010 Cumartesi

TOPRAK ANA,GÖK BABA, YEŞİL ÇOCUK ...


Sıcak bir yaz günü rüyası bu.İçiniz serinlesin diye...







Yağmurun yağışını en iyi tanımlayan " bardaktan boşanırcasına yağsa" cümlesini pabucunu dama atacak kadar çok yağıyor.Tanrı üzerimize sifonu çekti sanırım.Ortada ayıp ve günah şeyler yaşandığı kesin.Zaten ben ne zaman yağmur yağsa gök ile toprak sevişiyor derim.Kırmızı noktalı filmlerde yaşananlardan daha pornografik bir olay bence.Kafayı seksle bozmuş sivilceli bir ergenin fantezisi değil bu belirtirim. Doğanın en yalın dişi ve erkek kahramanlarıdır onlar.Hani derler ya " cinsiyet seçiminde çeşitli 'yönelimler' vardır ,orta yolu da bulabiliriz" diye.Eyvallah efendim birşey dediğimiz yok buna .Ama doğa tamamen dişi ve erkek kutuplarından oluşmuyor mu? Biraz da şiirsel belki...Gökyüzü bereketli meni damlalarını bırakırken toprağa işte tam da o sırada gök gürültüsünü işitirsiniz.Şimşekler çakar ,yer yerinden oynar.Bundan daha büyük haz olabilir mi sizce? Yine başladılar işte.Baştan sona günah akıyor .Gece uzun daha...



......



Ve tabi biter nihayetinde gece.Sabah olur .Bereket tanelerini en derinine süzen toprağın artık içinde birşeyler kıpırdanmaya başlamıştır.Önce küçük, buruşuk ve tipi kayık birer tohumdurlar.Daha sonra ceninin göbek kordonuyla annesine bağlanması gibi bağlanır küçük filizler de toprağa.Filizler büyümüştür ve yeşil çocuk sarmıştır toprağın üstünü.Ha toprak artık toprak ana olmuştur.Evinin kadını çocuklarının anası...Gök te babadır artık.Kadınına sahip çıkmıştır,evinin erkeğidir ekmek getirir çocuklarına.Ve tüm bunlar yazılırken gökten 3 elma düşmüş demiyorum bu yazının sonu bu değildi zaten ..çok saçma oldu ya ! aman ne şirin hikaye ! of!







NOT: Ne zaman yağmur yağsa yüzüm kızarır.